Aslında sinemanın esas amacı insanları bir kaç saat eğlendirip hoşça vakit geçirtmek ve bunu yaparken de ticari olarak mümkün olduğunca iyi hasılat yapıp bol kar etmektir. (Günümüzde filmlerin başarısı yaptıkları hasılatla ölçülmektedir). Tüm zamanların en iyi filmleri arasında daima gösterilen ve bir sistem eleştirisi olan Orson Welles’in Yurttaş Kane adlı filmi hiç bir zaman büyük bir gişe hasılatı sağlamamıştır. Hatta, Orson Welles bu filmden sonra yeni filmleri için yapım şirketlerinden iyi bütçeler alamamıştır.
Geçen yüzyılın başında ilk ortaya çıktığından beri hızla ilerleyen sinema giderek günümüzün en önemli bir sanat dalı olmayı başardı. Hem de artık insanlara ‘sadece eğlence’ ve ‘hoşça vakit geçirme’ vaat etmediği halde. Sinema sanatı dünyanın her yerinde yetiştirdiği sayısız saygın ve cesur yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu, ve diğer kadroları ile günümüzde seyircisini sarsıyor, düşündürüyor, korkutuyor. Bazen öyle bir eleştiriyi gündeme getirebiliyor ki, sinema salonundan çıkarken utanç ve aşağılanma bile hissedebiliyoruz. Yine de, vakit ve para ayırıp, o filmleri görmeye gidiyoruz ve üzerinde günlerce düşünüyoruz. Bazı film sahneleri yıllarca belleğimizde yer ediyor.
Neden?
Çünkü, tıpkı psikanalizde olduğu gibi bu yönetmenler de bilinçaltımızdaki korkulara, utanç ve suçluluk duygularına, en gizli fantezi ve arzularımıza el atıyorlar. Bazen tek bir kare ile, bazen tüm bir film boyunca, bazı en cesurları da tüm filmlerinde bunları ele almaktan vazgeçmiyorlar… (Örneğin Pasolini, Fellini, Bergman gibi…)
Çünkü, bu filmler ve yönetmenler tek tek fertleri sarstığı gibi politik sistem ve devlet yönetimlerini, dini çevreleri eleştiriyorlar ve sarsıyorlar. Sonuçta yönetimler ve kiliseler tarafından sansüre uğruyorlar.
20.yüzyıl boyunca hangi filmlerin kimler tarafından, ne gerekçelerle sansüre uğradığı ayrıntılı olarak incelense belki de 20.yüzyılın bilinen ve resmi tarihinin yanında bilinçdışı tarihi de yazılabilir. Sinema sanatı gibi, 20. yüzyılın başında ortaya çıkıp saygın bir bilgi ve meslek alanı haline gelen psikiyatri, psikoloji, ve psikanaliz de 20. yüzyıl boyunca karmaşık süreçlerden geçti. Bazı devlet yönetimleri bu bilgi ve meslek alanlarını kendi amaçları için kötüye kullanmak istediler. Tıpkı bazı devlet yönetimlerinin kendi çıkarları doğrultusunda yaptırdıkları propaganda filmleri gibi. Buna karşın, gerçek ve cesur sanatçılar insana dair gördükleri gerçekleri sanatlarına yansıtmaktan vazgeçmediler. Bu konuda, gişe ve hasılat kaygısını ön planda tutan yapım şirketlerinin kontrolündeki Hollywood sinemasına oranla Avrupa sineması birkaç adım önde gitmeyi başarmıştır. Örneğin Lars von Trier, Michael Hanecke ve diğerleri gibi.
Psikoloji ve psikiyatrinin önemli sorunlarından birisi, her bireyi yakından ilgilendiren birer bilim ve uygulama alanı oldukları halde profesyoneller dışında kalan kişilere güncelliğini koruyarak ulaşmakta yeterince başarılı olamamalarıdır. Sinema gerek geniş kitlelere ulaşan popüler bir sanat dalı olması, gerekse çok geniş anlatım olanakları nedeniyle psikoloji ve psikiyatriyi yakından ilgilendirmekte ve hem bu iki alana ilişkin mesajları geniş kitlelere iletebilirken, hem de bu meslek alanlarında çalışan profesyonelleri düşündürmesi gereken sorular ve görüşler ortaya atabilmektedir. Tarihsel bir örnek olarak, bugün giderek önemi anlaşılan dissosiyatif bozukluklar konusunda bilimsel dergilerin yayın kabul etmemekte direndikleri yıllarda, psikiyatrist Cornelia Wilbur’un bir hastasının gerçek yaşam öyküsünü ele alan Sybil adlı film önce halka ulaşmış, daha sonra da bu konuda çalışan profesyonellerin önünü açmıştır. ‘Guguk Kuşu’ yerleşik psikiyatriye önemli bir eleştiri getirmiştir.
Bizim burada amacımız elbette esas olarak önemli bir eğlence olan sinema sanatının eğlendirme özelliğine halel getirmek değil. Amacımız, bu sitenin içeriği ile ilgili olarak, merak edenler için psikiyatri ve psikanalizin konuları ile örtüşen filmler ve yönetmenlerden söz etmek…
Dr.İlknur Şar
Psikiyatrist
[catlist id=36]